Ali Rıza Tunur
Uzman Klinik Psikolog
Genel Koordinatör
Annemin söylediğine göre 8 Ocak 1977 günü zemherinin ortasına doğuvermişim. Benden önceki 4 kardeşimde bir türlü erkek doğuramayan annem, benim doğumuma pek bir sevinmiş. Erkek doğurarak “iyi” bir kadın olduğunu ispatlamış olmaktaki paradoksu pek anlayamasa da onun derdi erkek doğuramadığı için kendisinden hoşnut olmayan babaanneme ve bu hoşnutsuzluğu nedeniyle babaannemle resmen boğuşan babama bir erkek evlat vermekmiş. Sonradan bir çok kereler “Seni doğuracağıma taş doğursaydım.” demiş olsa da ana yüreği işte, sevince karşılıksız seviyor.
Hikayem ana rahminde annemin kadınlığını ve babamın erkekliğini kurtararak başladı. O gün bugündür kurtarıyorum. Zaman zaman birilerini kurtarmak adına kendimden vazgeçtiğim oldu. Kimileri bunun için nazikçe bir teşekkür etti ama kimileri de Vefa’nın sadece İstanbul’da bir semt adı olduğunu gözüme gözüme soktu. Teşekkür edenleri evliya, vefasızlık yapanları pislik ilan etmedim. Herkesten bir şey öğrenerek kendi yolumda yürüdüm.
Kendimi bildiğimden beri beni ben yapan en karakteristik özelliğim merakım oldu. El kadar bir çocukken her şeyi, özellikle de insana dair her şeyi merak ederdim. Kendimi bildiğimden beri insan dinlemeyi seviyorum. Öyle ki annem komşu kadınlardan biriyle sohbet ederken onları pür dikkat dinler, sohbetin bir yerinde çişim gelip iki dakikalığına ordan ayrılmam icap etse ben gelene kadar sohbete devam etmemeleri için evlatları üzerine yemin ettirirdim. Böyle tuhaf bir çocuktum.
15 yaşındayken arkadaşlarımın yaş ortalaması 35’ti. Üzerimde gereksiz bir olgunluk gömleğiyle doğmuştum. Taziye yerleri, kız isteme merasimleri, iki küskünün barıştırılması ritüelleri, ihtiyar heyeti toplantıları ve aklınıza gelebilecek yetişkinlerle anılan ne kadar mesele varsa ben hep oradaydım. Bir kız isteme merasimi sırasında, beni tanımayan kızın babası, o kadar yetişkinin arasında ne işim olduğunu anlayamamış olacak ki “Bu kim?” diye sordu. Eniştemin “O da bizim muhtarımız.” demesi üzerine lakabım “Muhtar” kaldı. Bu yaşıma geldim, hala çekirdek ailem ve yakın akrabalarım arasında adımı anan yoktur. Muhtar aşağı, Muhtar yukarı…
Bu gereksiz olgunluk gömleğiyle övünüyor değilim. Bilakis bana çocukluğumu yaşatmayan bu gömlek bir zaman sonra dar gelmeye başlayınca ona isyan ettim. Bir sonraki aşamada o gömleğin bana ait olmadığını fark ettiğimde hiç tereddüt etmeden yırttım atttım. Ondan sonra adım “deli”ye çıktı. Velhasıl etrafımdakiler bir türlü bu işin ortasını bulamadılar. Ya “olgun” dediler, ya “deli” dediler.
Ben de belki ortasını bulurum umuduyla psikolog olmaya karar verdim. İnsan dinlemeye zaten bayılıyordum. Eh, kafam da fena çalışmıyordu. Kendimi bildiğimden beri insanla iştigal ettiğim için önemli bir müktesebata sahiptim. Ruhumun en ücra yerlerine kadar bu toprakların kültürel kodlarıyla yoğrulmuş, bu coğrafyanın şarkısını, türküsünü, ninnisini, manisini, masalını, mitolojisini her hücremde hissetmiştim. 81 ilin en az 60’ının bir köy kahvehanesinde çay içmişliğim vardır. Siyaset Bilimi’nden, Sosyoloji’ye, Antropoloji’den Şiir’e, Din’den Folklör’e, Tasavvuf’tan Edebiyat’a, Mitoloji’den Felsefe’ye, Hukuk’tan, Sanat Tarihi’ne kadar insana temas eden her bilim ya da disipline bir yerinden bulaştım. Hal böyle olunca en iyi yapacağım işin psikologluk olacağına kanaat getirdim. Fen Fakültesi’nde Kimya okurken -adımız da “deli”ye çıkmış ya- Psikolog olmaya karar verdim. Kimya kitaplarını mavi bir çöp torbasına doldurup çöpe attım. Önce psikolog oldum, sonra Klinik Psikoloji’de yüksek lisans yapıp Klinik Psikolog oldum. Şimdi bizim köylülerin kafası büsbütün karıştı. Vaktiyle önce “olgun” sonra “deli” demişlerdi. Şimdi Klinik Psikolog diyemediklerinden “deli doktoru” diyorlar. Kafalar acayip karışık anlayacağınız. Üstünden 17 yıl, 4 bin küsür danışan geçti ama bizim köylülerin kafa karışıklığı geçmedi. Torpille deli doktoru olduğuma inanan da var, delileri kendimden yola çıkarak daha iyi anlayacağım düşünülerek özellikle deli doktoru yapıldığıma inanan da. Bilmiyorlar ki ne ben doktorum, ne bana gelenler deli. Bana aslında en akıllılar geliyor.
Kısacası, aşağı yukarı içinde yaşadığım toplumun ortalaması bir adamım. Biraz romantik, bir hayli hümanist, okur, yazar, hayvan ve doğa sever, memleketi dert edinen, türkü söyleyen, arada iki tek atan, gittiği her yere kendini götürmeye çalışan, sireti suretine yansıyan bir insan yavrusuyum. Bostancı dolaylarında sokakta türkü söyleyerek dolaşan birini görürseniz ben olma ihtimalim yüksektir.
Tanıdığım her insandan öğreneceğim bir şey olduğuna ve tanıdığım her yeni insanın beni biraz daha insanlaştıracağına inanıyorum. Kısacası bu alışverişi seviyorum. İnsan dinlemek benim hobim ve hobimden para kazandığım için de kendimi dünyanın en zengin adamı sayıyorum. Ve işimi yaparken asla yorulmuyorum. Bu yazıyı okuyan herkesi de “insan” olma yolunda birbirimize temas etmeye, birbirimizi büyütmeye ve olgunlaştırmaya, birbirimizden öğrenmeye davet ediyor ve Yunus’un diliyle diyorum ki “Gelin tanış olalım/ İşi kolay kılalım/ Sevelim sevilelim/ Dünya kimseye kalmaz.”